Öğrenmenin heyecan verici dünyasını nasıl keşfettim?
Yıl 1953. Ortaokula yeni başlamış bir öğrenciyim. İlkokul yıllarım -hemen bütün çocuklar gibi- hep pekiyi notlarla dolu karnelerle geçtikten sonra daha ciddi bir dünyaya ayak basıyorum. Gelenbevi orta okulu, adı az duyulmakla birlikte iilginç özellikleri olan bir okul (idi). O günlerde okul sayılarındaki sıkıntı nedeniyle ikili öğretim uygulanmaya başlanmış, ama her nedense Gelenbevi bu uygulamanın dışında kalmıştı. Sabahtan öğleye kadar sınıflarda ders yapılır, öğleden sonra da çeşitli el veya beden becerilerine ilişkin eğitsel kol çalışmaları olurdu.
Ortaokul bitmiş Vefa Lisesi’ne başlamıştım. Lise’nin diğer iki okuldan çok farklı olduğunu, kimya hocamız Vicdani beyin yaptığı bir düzey anlama sınavcığı yolu ile daha ilk günden anlayacaktım. Kolay cevap verilebilecek -bilenlere göre kolay- on-onbeş soruluk bir mini yazılı yaptı ve yirmi dakika kadar süre verdi. Ben soruları cevapladım ve kâğıdımı verdim. O güne kadar biraz şans, biraz da öğretmenlerin müsamahası ile gelmiş bulunan benim aklımda, sorularn sorulara yeterli cevaplar verdiğim kanısı vardı.
Vicdani bey kâğıtlara göz atıp üzerlerine notlar attı ve geriye verdi. Kâğıdıma atılan not 10 üzerinden 2 idi ve bu bence kabul edilebilir bir not değildi. Tepkimi dile getirmek için duyulacak bir sesle sınav kâğıdını yırtıp yere attım. Vicdani bey sükunetle yanıma geldi. Kâğıdını yırtanın ben olup olmadığımı sordu. Ben de yırttığımı ve de haklı olarak yırttığımı, bir daha verse yine yırtacağımı söyledim ve kendimle de pek gurur duydum. Öyle ya bana karşı bir haksızlık yapılmıştı ve ben altında kalmamıştım.
Vicdani bey kendinden umulmayan bir çeviklikle kroşe-tokat arası yüzüme yapıştırdığında, eğitim yaşamına yeni adım attığımı şimdi anlamıştım. Hayatın gerçek yüzü buydu.
Vicdani bey de herhalde yaptığından vicdan azabı çekmiş olsa gerek, 3 yıl boyunca beni hiç derse kaldırmadı ve yazılı sınavlarda da hep iyiye yakın notlar verdi. Kimbilir belki, o tepkiyi gösteren bir çocuğun gerçekten çalışkan, bilgili ve zayıf notu içine sindiremeyen birisi olduğunu ve o olaydan sonra deli gibi kimya çalıştığını düşünmüştür. Ama gerçek öyle değildi ve ben hiç kimya çalışmıyor, bu hoşgörüyü -herhalde- kullanıyordum. Bu da, lise son sınıfa kadar sürdü ve hayatımda ilk defa kimyadan ikmale kaldım.
Lise ikinci sınıfa geçtiğimizde yönetmelikler değişmiş, o zamana kadar 3.sınıfta ayrılan fen ve edebiyat, artık 2.sınıfta ayrılmaya başlamıştı.
Yönetmeliğin açıklanmasını ve herkesin fen ya da edebiyat şubelerinden birisini seçmesi gerektiğini fizik hocamız Azade hanım şu sözlerle açıkladı: “Çocuklar fen sınıfı zordur. Fen dersleri zayıf olanlar hiç düşünmesinler doğru yan sınıfa geçsinler, orada daha başarılı olurlar, burada başarılı olabilmeleri imkânı yok, en azından benim dersimde imkânsız”.
Bu sözler sanki doğrudan bana söyleniyordu. Azade hanımın tam olarak tarif ettiği kişi bendim. Öyle ki, lise birinci sınıta, üç kenarı belli olan bir üçgenin çizilmesinin “ne demek” olduğu hakkında bir fikrim yoktu.
Derhal ve hiç tereddüt etmeden kararımı verdim, edebiyat şubesine gidecektim. Fakat sınıf içinde oturduğum yer kapıya uzaktı ve sınıftan çıkabilmem için tüm sınıfın önünden geçmem gerekiyordu. Her ne kadar birçok kişi Azade hanımın bu sözleri üzerine kalkıp yan sınıfa -edebiyat şubesi- geçtilerse de ber utandım ve yerimden kalkamadım ve böylece fen şubesini tercih etmiş oldum. Geri kalan çok az sayıda öğrenci olağanüstü zeki ve çalışkan çocuklardı.
Azade hanım durumdan memnun, toplam 70-80 kişilik sınıftan geri kalan 20 kadar seçkin -ben de dahil(!)- öğrenci ile derslere başladı.
Diyebilirim ki lise 2.sınıf ve özellikle de bu olay benim için her bakımdan bir “gerçeklik anı” olmuştur. Durumunun farkına varmak gibi çok önemli bir tetikleyici ile karşılaşmıştım. Bu bende büyük bir değişime neden oldu.
Fizik konusunda sıfır sayılabilecek düzeyim, Azade hanımın da olağanüstü becerisiyle kısa sürede yükseldi. Başka okullarda okunan ne kadar kitap varsa hepsi temin edilmiş, içindeki konular çalışılmış, öğrenilmiş, tüm problemler çözülmüştü.
Üniversite giriş sınavlarında fizik ve matematikten yapılan sınavda fizik sorularının tamamını doğru cevaplayarak bunun sonucunu görmüştüm.
Öğrenme arzusunu ateşleyen bu “başarı kazanma” deneyimi, başka bir alanda daha kendini göstermiş, mektupla öğrenim yoluyla İngilizce öğrenmeye merak salmıştım. Çok basit bir yöntem olmasına rağmen kısa sürede olumlu sonuçlar vermeye başlayan bu metodun da yine “başarı kazanma”ya dayandığını belirtmeliyim.
Üniversite yaşamı bitip meslek hayatı başlayınca bir dizi tesadüf -artık rastlantılara inanmıyorum- “kendi kendine öğrenme” konusunda önüme yollar çizmeye başladı. Bunlardan birisi, çalıştığım kamu kuruluşuna danışmanlık yapan bir Amerikan firması ile birlikte çalışma zorunluğu idi. Türk müdürümüz koluma girip firmanın Amerikalı mühendisinin odasına götürüp, “işte bizim adımıza sizinle birlikte çalışacak kişi” diye beni takdim edince yeni bir dönem başlıyordu. Çünkü, İngilizce konusunda çat-pat okuduğunu anlamaya çalışma düzeyinden, birdenbire okuyan-konuşan-anlayan-espri yapan-yapılanı da anlayan düzeyine gelmek gibi bir zorunluk ile karşılaşmış bulunuyordum. Bu da üçüncü önemli “gerçeklik anı” olmuştur. Birlikte çalıştığım elektrik mühendisi, benim yaşımda iyi bir çocuktu. Yardımcı olarak, NewYork Üniversitesi mektupla öğrenim bölümünden bilgisayarların tasarımı ile ilgili bir kurs almamı sağladı. Yine kısmet mektupla öğrenimden açılmıştı.
Dokuz ay boyunca belki günde onyedi-onsekiz saat çalışarak bir yandan İngilizcemi ilerletmeye, bir yandan aldığım kursun -ki belli bir ücret de ödemiştim- gereklerini yerine getirmeye uğraşıyordum. Bu arada işimin icabı olarak da yapmak zorunda olduğum çeviriler de İngilizce öğrenmeme yardımcı oluyordu.
Aynı odayı paylaştığımız Ahmet Demiroğlu adında bir mühendis vardı. Türkiye’de üniversiteyi bitirdikten sonra Amerikaya gitmiş ve master derecesini oradan almıştı. O zaman bana İngilizcesi çok iyi görünürdü. Bir gün, “Tınaz bey bu yollarla dil öğrenilmez” dediğinde, bunun bir kamçı etkisi yapabileceğini doğrusu düşünmemiştim. İnsan gerçekten -ama gerçekten- isterse, yani isteği temelsiz bir arzuya değil de elle tutulur bir amacı gerçekleştirmeye dayanıyorsa, itici bir öğrenme gücünün ortaya çıktığını o zamanlar bizzat görmüştüm. “Zorunlu kılan neden” (compelling reason) işte bu nedenle öğrenme konusunda çok önemli bir ön-koşuldur.
Dokuz aylık kurs bittikten sonra, üniversitede alamadığım ve içime dert olan bir dersi aynı yöntemle -ama bu defa para ödemeden- öğrenmeye karar vermiştim. Servomekanizma adlı bu ders için İngilizce bir kitap bulup, aynen Amerikadan aldığım kursun yöntemlerini uygulayarak 5-6 ay içinde tamamladım. Bu deneyim, baştan ne denli güç görünürse görünsün eğer ihtiyaç duyuluyor ise -gerçekten duyulan ihtiyaç ile üstünkörü, gelip-geçici hevese dayanan arzuyu tekrar ayırıyorum- istenilen her şeyin öğrenilebileceğini bana öğretmiştir.
Geçmişimde yaptığım bu kısa gezintiyle “kendi kendine öğrenme” dürtülerinin nerelerden kaynaklandığını göstermeye çalıştım. Şimdi ortaokul ve lise-2′ye kadarki başarısızlıklarımın nedenlerini daha iyi anlıyorum. Meğer, öğretilmek istenilenlere ihtiyaç duymuyormuşum!
Şimdi milyonlarca çocuğumuzun niçin okullarda başarısız olduklarını daha iyi anlıyorum: kendilerine öğretilmek istenilenler, onların öğrenmek istedikleriyle aynı şeyler değil.
Bunu kendimde de başkalarında da defalarca gözledim. Eğer insanların öğrenme yetenekleri, çok arzu ettikleri bir amacı gerçekleştirme yolunda tekrar harekete geçirilebilirse olağanüstü başarılar kazanabilirler.
Öğrenme Evi düşüncesinin temeli budur. İnsanların körelmiş fakat yok olmamış öğrenme yeteneklerini tekrar harekete geçirmek. Bunun için de, bir koruyucu-uyuşturucu gibi sarıldıkları “olumsuzluk-yakınma” sarmalından kurtulmalarına -eğer kendileri isterler ve de gerçekten çok isterlerse- yardımcı olmak.
Şimdi en çok cevabını merak ettiğim soru, gençlerin bu rüyadan nasıl uyandırılabilecekleridir. Yalnızca “söylemeye” dayalı yaklaşımların yeterli olmadığını, eğitim alışkanlıklarımızın bir devamı niteliğindeki bu yaklaşımın başarılı olmayacağını biliyorum.
Gençler eğer, dünyanın, içinde yaşadıkları bu dar alanlardan ibaret olmadığını, evrenin en güçlü aracını (yani öğrenmek) içlerinde taşıdıklarının bilincine varırlar ise ne kadar çok seçenek içinde yüzdüklerini anlayabileceklerdir. O halde öncelikle -belki de tek- yapılması gereken, sınırlarının farkına varmalarına, yani kendilerinin yeterlik ve yetmezliklerini tanımaya çalışmalarına ve her bakımdan -fiziksel, zihinsel ve ruhsal olarak- sınırlara doğru harekete geçmelerine yardımcı olunmasıdır. İşte bulunması gereken, bu bilinç açıcı yaklaşım(lar)ın ne(ler) olduğudur.
Bu becerilebilirse, nüfusunun %40′ı 25 yaş altındaki bir toplumda nasıl bir potansiyel harekete geçmiş olur? Müthiş, bunu düşünmek bile heyecan verici. TV’deki bir belgeselde, 300 metre derinliğindeki bir mağara gölüne dalıp orada 12 saat kalmayı planlayan bir genç ve onunla beraber bu maceranın içinde yer alanlara bakınca, medeniyetin hep sınırlardaki uğraşlara bağlı olduğunu bir kere daha anladım. Bu tür gençlerin çoğunlukta olduğu bir toplum dünya için de ne büyük bir zenginliktir!
Bütün bu girişimin mottosu olarak kabul edilebilecek bir söz şöyle olabilir: kendi dar alanlarınızın duvarları dışına çıkmadıkça yaşam çok güçtür!
M. Tınaz Titiz